Bir şehrin rengi olur mu? Belki tek bir rengi olmaz, ama bir kaç rengi olur. Benim için, İstanbul turkuvaz ve mavi, Atina kırmızı ve gri, Roma lacivert ve altın rengi, Lhasa safran ve bordo, Trabzon yeşil ve mavi, Katmandu ise fuşya ve ördek başı yeşilidir. Lizbon’un rengi ise.....Bir şehir renksiz ya da gökkuşağı renklerinde olabilir mi?
Lizbon’da beni ilk anda çarpan nokta, gördüğüm Avrupa şehirleri içinde, belki de yerleşim alanının insanına fazla geldiği tek şehir olmasıydı. Şehirde sayıları hayli fazla olan boş binalar ve sokaklar var. Şehrin orta yerindeki bir çok bina boşaltılmış olarak duruyor, sokaklarda bir canlılık, bir hareket, bir insan seli yok.
Şehrin Chiado gibi, dükkanların, cafelerin, lokantaların olduğu, yani daha çok insana rastlanan bölgelerinde bile bir huzur, bir sükunet hakim. Herkes kibar, güleryüzlü, mütevazı, huzurlu, yardımsever ve ölçülü. Portekizliler, komşulara İspanyollara sanki hiç mi hiç benzemiyorlar.
Lizbon, bırakın ufak bir denizi, koskoca bir okyanusun kenarına kurulmuş ve o okyanusa sırtını dönmüş. Şehrin kıyıyla neredeyse bir bağlantısı yok; tepelere kurulmuş. Kıyıda oturup şöyle okyanusa nazır bir kahve içeyim deseniz, kilometrelerce yol gitmeniz gerekebilir. Bu açığı Tejo Nehri de pek kapatmıyor. Öte taraftan, şehrin her yerinden, uzaktan da olsa, denizle mutlaka bağlantı halindesiniz.
Alfama, Chiado, Barro Alto, Rossio gibi eski yerleşim birimlerini barındıran yerler insanı içine çekiyor. Daracık sokaklar, alçak ve rengarenk binalar, şirin lokantalar, barlar, fado kulüpleri, tasarım ürünleri satan dükkanlar, insana bir Akdeniz kasabasında olduğu hissini veriyor. İki sokak sonra, bu kez de Avrupa’nın belki de en geniş bulvarlarına bağlanabiliyorsunuz. Şehir, tipik neoklasik yapılar içine gömülmüş bir İtalyan ya da İspanyol kıyı kasabası gibi.
İnsan tipleri de çok çeşitli. En az rastlanan fizyonomi sarı saç, mavi göz ve beyaz ten. İnsanlar genellikle buğday tenli, kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, orta boylu ve bakımlı. Zenciler, Brezilya kökenliler, Hint kökenliler şehre apayrı bir renk katıyor. Ancak şehrin yapısı çok mu kozmopolit? Hayır, herkes, birbirine kaynaşmış, sınırlar belirsizleşmiş ve Lizbon resminin içine yerleşmiş.
Şehrin her yerinde insanın kulağına fado çalınıyor. Fado “kader” demekmiş. Fado, hüzünlü bir müzik; deniz, özlem, fakirlerin yaşamı gibi konuları var. Dünyada, ilk kez şehirde oluşmuş türkü denebilir. Önceleri, daha bohem ve yoksul olanların müziği iken şu anda dünya mirası sayılıyor. Diktatör Salazar’ın halkı kolayca boyunduruk altına almak için “fado-fatima-futbol” üçlüsünden yararlandığı bilinir.
Lizbon’da, kaldırımlar da birer sanat eseri; siyah-beyaz taşlarla yaratılmış desenleri seyretmeye doyum olmuyor. Tramvaylar, eski, ama tam Lizbon’luk. Pastaneler de öyle. Şehirde yaşam 1950-60’ları anlatan bir film setinde geçiyor sanki. Bunun dışında, Lizbon’un bir müzeler şehri olduğunu da özellikle belirtmek gerek.
Lizbon’un bizlere sakladığı bir başka sürpriz de Gulbenkian. Gulbenkian, Üsküdar’da doğmuş ve çok zengin olmuş, Ermeni bir işadamı. En büyük merakı da eski eserler, antikalar toplamak. Gulbenkian, II. Dünya Savaşı’ndan sonra tarafsız Portekiz’e yerleşmeye karar veriyor ve sahip olduğu tüm “hazineyi” de buraya getiriyor. Kendi adına kurulmuş olan vakfın müzesinde Türkiye ve Ortadoğu da dahil olmak üzere, dünyanın her yerinden toplanmış eserleri görmek mümkün.
Rehber kitabımda, Lizbon’un tarihini okuduğumda, çok daha görkemli bir şehir bekliyordum, son derece mütevazı bir şehirle karşılaştım. Hani insanın “Eeee?” diyesi gelmiyor değil. Bir zamanların Vasco de Gama’yla Hindistan’a kadar gitmiş ve Goa’yı ele geçirmiş, Hint Okyanusu’nu ve baharat ticaretini kontrolü altına almış, Cabral’la Brezilya’ya gitmiş, Magellan’la dünyayı dolaşmış bir ülkenin başkentinden çok, deniz, fado, tramvay, görmüş geçirmiş bakışlar, dingin gülümsemeler, şarap ve Pesoa anlatıyor Lizbon’u. Sade, gösterişsiz ve hüzünlü.
Bir şey kalmaz geride,hiçbir şey,Hiçiz biz.
Biraz güneşte,biraz havada geciktiririz
üzerimize çöken solunamaz karanlığı,
küçük düşürülen,dayatma altındaki yeryüzünü.
Üreyen,ertelenmiş cesetler,
kararlaştırılmış yasalar,görülmüş heykeller,
bitirilmiş methiyeler…
Her bir şeyin kendi mezarı vardır.Bizlerin,
bildik bir güneşin kan bağışladığı etin akşamı
oluyorsa,
onların neden olmasın?
Öyküyüz biz,öyküler anlatan,başka hiç.
F.Pessoa
Lizbon, senin rengin ne? Bir deniz suyu damlası, bir gözyaşı tanesi, bir yudum kırmızı şarap rengi sanırım.